Duhan Suresi (11 Ayet) 'nin daha derin manalarına dalarak, detaylı bir tefsirini sizlerle paylaşmak istiyorum. İnsanı her okuduğunda rabbinin muhabbeti ile karşılayan bu surenin de değeri çok büyüktür.
Elhamdülillâhi Rabbi'l-Âlemîn. Ve's-salâtü ve's-selâmu alâ Rasûlinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve eshâbihî ve ezvâcihî ve evlâdihî ve etbâihî ve ehlibeytihî ve ümmehâtihî ve ebîhi bi-adedi külli şey'in fi'd-dünyâ ve'l-âhireti ve kezâlik.
1. ÂYET: "Andolsun kuşluk vaktine..." Cenâb-ı Hakk burada niçin bir zaman dilimi olan kuşluk vaktine yemin ediyor? Çünkü, bu zaman dilimi içerisinde duhâ namazı, Allah'a secde vardır. Burada Allahü Azîmüşşân'ın yemîn ettiği şey, secdedir, namazdır. Cenâb-ı Hakk bu zamânın kıymetine binâen yemîn ediyor. Çünkü Hazret-i Allah (c.c)'ın Hazret-i Mûsâ (a.s) ile Tûr-i Sînâ'da konuştuğu vakit, kuşluk vaktidir. İşte bunun için Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) kuşluk vaktinde namaz kılıp secde ettiğinden dolayıdır ki Cenâbı Hakk kuşluk zamânına yemîn ediyor.
2. ÂYET: "Sükûna erdiği zaman geceye and olsun." Câhiliyye döneminde Araplar ikindiden sonra çalışıyorlar ve akşama doğru işi bırakıyorlardı. Yâni sükûn buluyorlardı. Ve ondan sonra da namaz vakti giriyordu. Burada da yine yatsı ve teheccüd namazı vardır. Kullar artık sükûndan sonra Allah'a ibâdet ediyorlar. İşte Cenâb-ı Hakk bu âyette de secdeye ve namaz vaktine, zamâna yemîn ediyor. Bir de Cenâb-ı Hakk Azîmmüşşân Hazretleri, İsrâ Sûresi'nin ilk âyetinde, Habîbi olan Resûl-i Ekrem (s.a.v)'i mîrâca dâvet ettiği vakte, yâni gece vaktine kasem ediyor.
3. ÂYET: "Rabbin seni terk etmedi. (sana) darılmadı da." Buhârî'de Cündüb b. Süfyân (r.a)'den rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmaktadır: "Allah Resûlü (s.a.v) hastalandı, iki veya üç gece kalkmadı. Ebu Leheb'in karısı olan Avra binti Harb geldi ve Resûl-i Ekrem (s.a.v)'e; "Ey Muhammed! Umut ederim ki şeytanın seni terk etti, iki veya üç geceden bu yana sana yaklaşamadığını görmekteyim" dedi. İşte bu kadının böyle konuşmasından sonra Duhâ Sûresi'nin 3. âyetine kadarı nâzil oldu." Resûl-i Ekrem (s.a.v)'e hizmet eden Havle (r.anhâ) adında bir hanım vardı. Şöyle rivâyet etmektedir: "Resûlullah (s.a.v)'in evine bir köpek yavrusu girdi. Evdeki sedirin altında saklandı ve orada da öldü. Üç, dört gün Hazret-i Cebrâil (a.s) Peygamber Efendimiz'e vâhiy getirmeyince, Resûl-i Ekrem (s.a.v) ev hizmetini yapan Havle (r.anha)'ya bu durum ile ilgili olarak sordu: "Ey Havle! Evimde ne gibi bir hâdise oldu ki Cebrâil (a.s) bana gelmiyor?" dedi. Havle (r.anhâ) bunun üzerine: "Ya Resûlullah müsâade edersen evi süpüreyim!" diye izin isteyince, ona evi süpürmek için izin verdi. O temizlik işini yapıyordu ki sedirin altında bir ölü köpek yavrusunu çıkarıp dışarıya attı. Resûlullah Efendimiz o ânda geldi, bütün vücudu titriyordu ve; "Ey Havle, hemen üzerimi ört." dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk Duhâ Sûresi'nin 3. âyetine kadar indirdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v) Cebrâil (a.s)'a; "Ey kardeşim! Niye geciktin? diye sordu. Cebrâil (a.s) da; "Yâ Resûlullah! Biz, içinde resim ve köpek olan eve gelmeyiz!" dedi. Tam bu sıralarda müşrik, yahûdî ve hıristiyanlar da "Yeri, göğü yaratan âlemlerin Rabbi Allah (c.c) Muhammed'i terk etti!" diye fitne çıkarıyorlardı. İşte; bunun için Cenâb-ı Hakk; "Rabbin seni terk etmedi (sana) darılmadı da." buyuruyor. Cenâb-ı Hakk, Resûl-i Ekrem Efendimiz'i sâdece bu olaya münhasır olarak değil, hiç bir zaman terk etmemiştir ve hiç bir zaman ona darılmamıştır.
4. ÂYET: "Elbette âhiret senin için dünyâdan daha hayırlıdır". Resûl-i Kibriyâ Efendimiz dünyâda iken cemâlullahı müşâhede etmiştir. Ancak âhirette sürekli olarak müşâhede edecektir. Üstelik âhirette cihad, tebliğ, namaz, oruç gibi ibâdetler yoktur. Sadece Allah'ı zikir vardır ve Resûl-i Ekrem Efendimiz de âhirette sürekli olarak Rabbimizin o güzel cemâlini müşâhede edecektir. Onun için Cenâb-ı Hakk; "Elbette âhiret senin için dünyâdan hayırlıdır." buyuruyor. Ayrıca Resûl-i Ekrem (s.a.v)'e kevser havuzu ve şefâat makâmı da verilmiştir. Resûlullâh Efendimiz (s.a.v), bir hadîs-i şerîflerinde; "Dünyâda râhat yoktur." buyurmuşlardır. Çünkü, dünyâ imtihan yeridir. Bütün insanlar dünyâ hayatında îman sınavı ve onun gerektirdiğini yapacaklardır. Bu dünyâda Allah'a inanan ve onun bütün emirlerini yapan kullar Cenâb-ı Hakk'ın vâdettiği cennetle ebedî olarak mükâfatlandırılacaktır. Ama îmân etmeyip Cenâb-ı Hakk'ın emirlerini yerine getirmeyen kullar için de ebedî azap ve cehennem vardır. İşte bu dünyâda îman sınavını veren bütün mü'minlere Cenâb-ı Hakk Azîmüşşân Hazretleri Resûlullâh Efendimiz (s.a.v)'in şahsında müjde veriyor: Âhiret size dünyâ hayâtından daha hayırlıdır. Çünkü orada (âhirette) imtihan ve dünyâ gâileleri (mes'eleleri) yoktur. Mü'minler doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk'tan ikrâm ve ihsânlar ile mükâfatlandırılacak, en büyük ikrâm olan Cemâlullah'ı seyredeceklerdir.
5. ÂYET: "Muhakkak sen râzı oluncaya kadar Rabbin sana (Makâm-ı Mahmûd'u; şefâat makâmını) verecektir." Cenâb-ı Hakk Resûlullah Efendimiz'e şefâat hakkı vermiştir. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ömründe bir defa olsun, "Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah" diyen herkese şefâat edecektir ki buna, "Makâm-ı Mahmûd" denilir. Yâni Cenâb-ı Hakk, Resûlullah Efendimiz hoşnut (râzı) olana kadar ona şefâat hakkını verecektir. Öyle ki cehennemde bir kişi kalmayıncaya kadar şefâat edecektir. Bu hâlde Resûlullah (s.a.v)'i çok hoşnut ve mutlu edecektir.
6. ÂYET: "O bir yetîm olduğunu bilip de (seni) barındırmadı mı?" Cenâb-ı Allah, Resûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz'i anne ve babadan yetîm ve öksüz bırakmıştır Bu sebeple o'nun bütün terbiyesini Allahü Azîmüşşân Hazretleri yapmıştır. Barındırmanın en üstü, zâten terbiye etmektir. Nitekim Efendimiz (s.a.v); "Beni Rabbim terbiye etti, edebimi ne güzel eyledi." buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk bir yetîm olan Resûl-i Ekrem Efendimiz'in -kavminde îtibar sâhibi olması ve Hz. Hatîce vâlidemizle evlenmesinde olduğu gibi- bütün ihtiyaçlarını bizzat karşılamıştır. Niçin Resûl-i Ekrem (s.a.v)'i Cenâb-ı Hakk doğmazdan evvel babadan, 6 yaşında ise annesiz/öksüz bıraktı? Hazret-i Abbas (r.a) bu husûsu şöyle açıklar: "O'nu yetîm bırakmasının sebebi; anne ve babasının hakkı üzerinde kalmasın diyedir ve bütün sevgi ve hürmetini doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk'a karşı yapması ve bağlanması içindir."
7. ÂYET: "Senin (kavmin) dalâlette/sapıklıkta, şaşkınlıkta iken doğru yola iletmedik mi ? Aslında bu âyet-i kerîmedeki; "Dâllen" lafzının kelime mânâsı dört şeyi ihtivâ eder: a) "Ağacın dalı" mânâsına gelir. Peygamberlik ağacının dalı gibi... Çünkü, her peygamber, bu peygamberlik ağacından bir dal olarak çıkmıştır ve öyle yükselmişlerdir. b) "Dalâlet" mânâsına gelir ki; doğru yoldan sapıp, hak yoldan ayrılmaktır. c) "Dalâl" mânâsına gelir. Bu da "güzel" anlamındadır. d) "Yitiği arayan" mânâsına gelir.
***
Peygamberlerde beş sıfât vardır. Bu sıfatlardan biri de "İsmet" sıfâtıdır. İsmet sıfâtı risâletten evvel ve sonra da Peygamberimiz'in sıfatıdır. Bu sıfat günah işlemeye mânîdir. Resûlullah Efendimiz (s.a.v) de hayâtı boyunca hiç bir günah işlememiş, günâha yönelmemiştir. Hattâ bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.v) 8-10 yaşlarında iken bir takım sesler işitti. Müşrikler düğünlerini davullu ve zurnalı olarak kutladıklarından, onların bu sesleri, uzakta olan Peygamber Efendimiz tarafından da duyulmuştu. Resûl-i Ekrem (s.a.v); "Acaba bu ses nedir?" diye merak ederek o tarafa bakmak istedi, fakat üzerinde bulunan ismet sıfatı dolayısıyla Cenâb-ı Hakk o'na hemen bir uyku vererek o sesi işitmesini engelledi, oraya gitmekten muhafaza eyledi. Resûlullah (s.a.v) Efendimiz'in risâletten evvel, on yıl uzlet hayâtı vardır. Bu uzlet hayâtında o, bir arayış içinde idi. Aslında Resûl-i Ekrem (s.a.v)'de iki nur tecellî etmiştir. Biri velâyet, diğeri ise nübüvvet nûrudur. Nübüvvet nûru gelmezden evvel, Cenâb-ı Hakk kendisine velâyet nûrunu vermişti. O, velâyet nûrunun ışığında Cenâb-ı Hakk'ın varlığından ve vahdâniyetinden haberdâr idi. İşte on yıl, Resûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz uzlet hayâtında insanlardan ayrı olarak sahrâlara, dağlara, mağaralara çekilmiş bir vaziyette Cenâb-ı Hakk'a ibâdet ederdi. Zâten kendisine peygamber olacağı, o velâyet nûru sebebiyle bildirilmişti. Nitekim Cenâb-ı Hakk Rûm Sûresi'nin 30. âyetinde Resûlullah Efendimiz (s.a.v)'in risâletten önce de tevhîd ehli olduğunu belirtmiştir. Şam'da ve diğer bâzı yerlerdeki râhipler Peygamberimiz (s.a.v)'in, soyuna, vücûdunun şekline, babasına, kavmine, adına kadar bir çok şeyi biliyorlardı. Bu râhiplere Tevrat, İncîl ve diğer ilim kaynakları vâsıtasıyla o'nu bildiren Allah (c.c), Habîbi'ne de peygamber olacağını bildirmişti. Böylece Peygamber Efendimiz (s.a.v), bu on yıl içinde risâletini arayıp, bekliyordu. 30 yaşında uzlete başladı. On yıl boyunca devamlı emir şimdi gelir mi, diye bekledi. Nihâyet 40 yaşındayken Hira mağarasında beklenen ân gelmiş, Resûl-i Ekrem (s.a.v) aradığını bulmuştu. Nâmûs-ı Ekber Cibrîl-i Ekber (a.s), ilk vahiyle berâber, risâleti de getirmişti. İlk vahiy, Alak Sûresi'nin ilk âyeti olan; "Oku!" idi. Bu âyetle birlikte ümmî olan Resûl-i Kibriyâ, bir ânda Allah'ın kudretiyle allâme-i cihân oldu. Ve Efendimiz (s.a.v) aradığı risâleti buldu. Cenâb-ı Hakk da, risâleti müjdeleyerek teblîği emretti. Böylece nübüvvêt ve risâleti alan Nebiyy-i Muhterem (s.a.v), sapıklıkta bulunan kavmine teblîğ ve irşâd için gönderildi. Buna göre; Cenâb-ı Hakk bu âyette; "Ey Habîbim, senin kavmin dalâlette (sapıklıkta) iken sana risâleti verip, senin vesîlenle onları doğru yola iletmedik mi?" buyuruyor. Yoksa Resûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz'in dalâlette olması düşünülemez. İşte bâzı müfessirler; "Dalâlet ve şaşkınlıkta idi" diyerek büyük bir hatâya düşmüşlerdir. "Dâllen" kelimesindeki ifâde hemen hemen bütün tefsîr ve meâllerde yazılan "Seni şaşırmış ve dalâlette bulup hidâyet etmedik mi!" şeklindedir. İşte burada müfessirlerimiz ve Kur'ân'ın meâlini yazan müellifler çok büyük bir hatâya düşmüşlerdir. Çünkü dalâlette olan Resûl-i Ekrem (s.a.v) değil de onun kavmiydi. Gerek müfessirler ve müellifler buradaki inceliği kavrayamamışlardır. Bu âyetteki hitap, her ne kadar Resûl-i Ekrem (s.a.v)'e ise de, o'nun şahsında kavmine olan uyarıcı bir emirdir. Bir emir geldiği zaman o kavimdeki fertlere tek tek değil sâdece o kavmin saydığı büyüğüne, ulusuna gelir, o muhatap alınır. Yani nuzûlü peygambere, şümûlü ümmetedir. İşte dünyâ hayâtında da bu böyledir. Misâl; devlet reîsinden bir beldeye emir gelince o emir, tek tek halka değil sâdece o beldenin vâlîsine gelir. Vâlî de emri halka teblîğ eder ve uygular. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v)'in durumu da böyledir. Çünkü, bunun aksini iddiâ eden hiç bir kimse İki Cihan Nebîsi'nin ne risâletten önce, ne de risâletten sonra, kötü ahlâkına bir tâne bile örnek gösteremeyeceklerdir. O hâlde dalâlette olan Efendimiz (s.a.v) değil, onun kavmidir. Resûlullah Efendimiz (s.a.v)'in hayâtına bakmadan, bu yakışıksız kelimelerin söylenmesi büyük bir hatâdır. O Habîbullah ki, Cenâb-ı Hakk, Kur'ân-ı Kerîm'de dört yer hâriç, o'na ism-i şerîfiyle hitâb etmemiştir. Allah Zülcelâl'in "Habîbim" dediği Resûl-i Ekrem (s.a.v); "Beni Rabbim terbiye etti; edebimi ne güzel eyledi." buyurmuştur. Yine Allah Teâlâ Kalem Sûresi 4. âyetinde; "Muhakkak, sen yüce bir ahlâk üzeresin." diyerek onu övmüştür. Cenâb-ı Allah, risâleti o'na verdiğinde Mekke müşrikleri bile "el-Emîn" dedikleri Habîb-i Müctebâ'ya "şaşkın, deli" vasfını yakıştıramamış olduğu hâlde, bâzı âlimlerimiz, bunları görmeyip o'nu "sapıklık" ve "şaşkınlık"la ithâm etme yanlışlığına düşmüşlerdir. Nitekim, Allah Teâlâ, Necm Sûresi 2. âyetinde; "Battığı zaman andolsun yıldıza ki arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve bâtıla inanmadı" buyurarak, Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v)'in dalâlete düşmediğini belirtmiştir. Aslında Resûlullah Efendimiz, ömründe yönünü bir defâ dahi puta çevirmemiş, içki içmemiş, kötülük etmemiş, yalan söylememiştir. Müşrikler o'nu "Muhammedü'l-Emîn" diye adlandırarak kendisine en değerli eşyâlarını emânet etmişlerdir. Bize göre sapık ve şaşkının mânası şöyledir: "Şaşkın" akıllıca hareket etmeyen, îtibarsız, sevilmeyen, ne yaptığı belli olmayan anlamına gelir. "Sapıklık" ise tamâmen haktan kopma, bâtılla iştigâl etme anlamına gelir. Şakalarında dahi yalan söylemeyip gerçeği ifâde eden Resûl-i Kibriyâ, hiç şaşkın olur mu? Öyle ki; Resûl-i Ekrem (s.a.v) ile Hz. Ebû Bekir (r.a), berâber hurma yiyorlardı. Bu esnâda Hz. Ebû Bekir (r.a), hurmanın çekirdeklerini Efendimiz'in önüne bırakıp; "Yâ Resûlallah, ne kadar çok hurma yemişsiniz?" demişti. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz de; "Yâ Ebû Bekir, sen ne kadar çok acıkmışsın ki, hurmaları, çekirdekleri ile berâber yemişsin." diye latîfede bulunmuştu. Bu olaydan sonra Hz. Ebû Bekir (r.a), ömrü boyunca hurmayı çekirdeğiyle yemişti ki, Resûlullah (s.a.v) Efendimiz'in sözü yalan çıkmasın diye. Hiç hayâtında ve memâtında Allah'ın bir sözünü bile yalan çıkarmadığı Resûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz, "şaşırmış" olur mu veya delâlette olur mu?
8. ÂYET: "Seni, fakir bir şekilde bulup da, zengin yapmadı mı?" Burada müfessirler; Cenâb-ı Hakk, Resûlullah Efendimiz fakîr iken Hazret-i Hatîce (r.anhâ)'nin malıyla o'nu zenginleştirdi, diyorlar. Bu söz, her ne kadar doğru ise de, Allah Teâlâ bunu âyetiyle ifâde etmez. Dünyâya bir sineğin kanadı kadar değer vermeyen Habîbine, eğer isterse Uhud dağını altın olarak vereceğini ifâde eden zenginler zengini Allah (c.c), Hz. Hatîce'nin malı ile Habîbi'ni zenginleştirdiğini belirtmek için mi âyet-i kerîme indirecektir? Bu, Allah'ın şânından değildir. Çünkü her şeyi yaratan O'dur. Gerçekte fakir, alnı secdeye gelmeyen, Allah'tan uzak kimseye denir. Bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz, sahâbeye; "Müflis kimdir, bilir misiniz?" diye sordu. Sahâbîler; "Bize göre müflis, parası ve malı olmayandır" dediler. Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Ümmetimden müflis o kimsedir ki, kıyâmet günü namaz, oruç ve zekâtı ile ve fakat (bununla berâber) falana hakâret etmiş, iftirâ atmış, falancanın malını yemiş, falancanın kanını dökmüş, falancayı dövmüş olarak gelir. Dolayısıyla falana onun sevaplarından, falancaya yine onun sevaplarından alınıp verilir. Eğer üzerindeki borç ödenmeden, önce sevapları tükenirse, zulmettiği o kimselerin günahlarından alınarak, ona yüklenir. Sonra da cehenneme atılır." (Müslim/Birr: 258) Zengin ise, Allah'a secde eden, Allah'ı tanıyan, bilen, Allah'a yakîn olan kimseye ve onun aşkıyla yanıp yakınlığına eren kimseye denir. İşte, Cenâb-ı Hakk, Peygamberlik ve tevhîd nîmeti ile Resûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz'i zenginleştirmiştir. Cenâb-ı Allah, Resûl-i Ekrem Efendimiz'le mîraçta bizzat görüşmüş, o'na her ân vahyini göndermiş, yakınlığına erdirmiştir. Böylece bu âyette Allahü Azîmüşşân Hazretleri; "Ey Habîbim, ben seni risâletimle ve İslâm'la yakînime erdirerek zenginleştirmedim mi?" demek istiyor. Zâten en büyük zenginlik, Allah'a yakîn olmak, Allah'ın Habîbi olmaktır ki, bu da Resûl-i Kibriyâ'da tecellî etmiştir ki, sâdece bu keyfiyet ona mahsustur.
9. ÂYET: "O hâlde, yetîme gelince (onu) kahretme." Aslında Resûlullah (s.a.v) Efendimiz, yetîme hor bakmıyordu; bakmazdı da... Hiç, Allah'ın; "Muhakkak sen yüce bir ahlâk üzeresin." diyerek ahlâkını övdüğü Resûl-i Kibriyâ, yetîmi hor görebilir mi? Buradaki muhâtap, Resûlullah Efendimiz (s.a.v)'in şahsında, kavmi ve diğer bütün insanlardır. Çünkü onlar, yetîmin elinden malını-mülkünü alıyorlar, onu dışlayıp hor ve hakîr görüyorlardı. İşte Cenâb-ı Hakk, Resûlullah (s.a.v)'in şahsında kavmine; "Sakın ha, yetîmi hor ve hakîr görmeyin!" diyordu. Zâten Resûl-i Ekrem (s.a.v)'in yetîmleri korumak için bir çok hadîs-i şerîfleri vardır. Bunlardan bazıları: "Müslümanlar arasında en hayırlı ev, içinde yetîme iyilik ve ikrâm edilen evdir. Yine müslümanlar arasında en şerli ev de, içinde yetîme fenâlık yapılan evdir." (Hadîsi İbn-i Mâce rivâyet etmiştir.) "Beni hak olarak gönderen Allah'a yemîn ederim ki, yetîme merhamet eden, ona güler yüz gösterip tatlı sözle öğüt veren, yetîmliğine ve zayıflığına acıyan ve Allah'ın kendisine lutfettiği nimetlerle komşusuna çalım satmayana, kıyâmet gününde Allah azâb etmeyecektir." (Hadîsi, Taberânî rivâyet etmiştir.)
10. ÂYET "Sâile (dilenciye) gelince, (onu) da azarlayıp kovma." Bu âyetteki muhâtap da yine Resûl-i Ekrem (s.a.v)'in şahsında kavmi ve bütün insanlardır. Çünkü onlar dilenciye bir lokma bir şey vermiyorlardı. Araplar, fakîrlere çok zulüm yapıyorlardı. "Ya karın tokluğuna hizmetçi olursun, ya da buradan git" diye azarlıyorlardı. İşte Allah (c.c), Resûl-i Ekrem (s.a.v)'in şahsında onları; "Dilenciyi azarlayıp kovmayın!" diye uyarmış oluyor. Âyet-i kerîmedeki bu nasîhatler bütün insanlar için geçerlidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in hadîs-i şerîfleri de şöyledir: "Bir sâil (dilenci) gelse, eğer verilecek bir şey yoksa tatlı söz ve yüzle onu yolcu edin".
11. ÂYET: "Bununla berâber, Rabbinin nîmetini söyle (anlat)!" Cenâb-ı Hakk'ın en büyük nîmeti tevhîddir, İslâm'dır, îmândır. Burada Allah Teâlâ; "Sana verdiğim nübüvvet/peygamberlik ve İslâm nîmetini anlat" diyor. Risâlet, Efendimiz (s.a.v)'e mahsûstur. Ama İslâm nîmetini anlatmak, hem Resûl-i Kibriyâ (s.a.v)'in, hem de ümmet-i Muhammed'in görevidir. İşte unutmayalım ki ömrümüzün sonuna kadar tevhîd akîdesini anlatacağız ve yaşayacağız. Bizler, Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v)'in şahsında, gerek zâtını, gerekse ümmet-i Muhammed'in tümünü kapsayan bu emrin gereğini yapmakla mükellefiz. Tevhîd akîdesi ki İslâm'ın bütün emirlerini kapsayan farzlar, vâcipler, sünnetler, helâller, haramlar ve hudûdlardır. Mü'minler bu ilimleri öğrenip hem kendi hayatlarını, hem de diğer ümmet-i Muhammed'i aydınlatmaları îcâb etmektedir. Çünkü bu emir her ne kadar Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v)'e ise de, bütün mü'minleri kapsayacak şekilde olan bir emirdir. Yâni mü'minler, hem kendileri yaşayacaklar, hem de yaşadıklarını âilelerine, komşularına, yakın akrabâlarına ve sözlerini dinleyen diğer insanlara anlatmakla yükümlüdür.